17 Ağustos 2009 Pazartesi

mor bir serüven


Mor, asaleti ,lüks hayatı, zenginliği ve zarafeti simgeleyen bir renkmiş. Aynı zamanda da romantizmin, duygusallığın ve tutkunun rengi.Dün öğleden sonra bu renkle başladı serüvenim.
Yeğenimin, Allah bağışlasın ,iki tane oğlunun sünnet törenlerine gitmek üzere hazırlanıyorduk. Oğlanları giydirdim,eşimde hazırlandı, derken giymeyi planladığım gri renkli kıyafetimi giydim.Neyse, eşim demez mi ? “ rahat mısın bu kıyafetle ?” Her halde kendisine uymamı bekliyor dedim ,içimden ve biraz daha spor olsun ve onun mor renkli tişörtüne uysun diye mor gömleğimi giydim !!! Böylece başladı benim mor ve tonları ile serüvenim…Bana ne verilse ,neye elimi uzatsam mor ve tonları…Göz farından tutun da , düğünde verilen pullar,çember, çakmak,simler,balonlar … Terlikler , abarttım sanacaksınız gece yatma pijamalarım bile mordu Ve yeğenlerimin çantama koydukları , lavanta torbacıkları...Ve lavanta tohumları…
Bu işte bir hikmet var dedim kendimce …Aklımda şu şarkı :
akşam oldu penceremde
yorgun rüzgar esiyor geçiyor
renkler suskun
bir masum mor menekşe ağlıyor mu ne ?
gölgelerin kollarında
hatıralar halka halka
ben ona tutsak
nerde nerde en son çizgi nerde ?
nerde nerde çarem nerde!!!
….imgelemden imgeleme akan sözlere sahip bu şarkı ,benim vakur zeka düzeyim ile , imgelemleri çözmeye çalışıyorum … Mesela ;akşam oldu penceremde ,yorgun rüzgar esiyor geçiyor renkler suskun bölümünde ,akşamın olmasından ötürü,rüzgarın yorgun olduğunu anlıyorum.Rüzgarda bir insan hep es, hep es nereye kadar ? Lakin renklerin susması hayra alamet değil .Maazallah deprem sessizliği…
Devam edeyim;Bir masum mor menekşe ağlıyor mu ne ?
Hani renkler suskundu? diye sormak istiyorum Nilüfer ‘ e mor bir menekşenin ağladığı nasıl anlaşılır !?
gölgelerin kollarında hatıralar halka halka ben ona tutsak …
Burada naçizane beynimle algıladığım tutsaklık , hatıralara sanıyorum, ne olduğunu düşünüyorum :
Bozüyük ‘ e küçükken gelişlerimi hatırlıyorum, akrabalarıma bakıyorum…Kimisini biliyorum ama çıkartamıyorum, kim di ? Yakınlık derecemiz neydi ? Çocukken onunla oynamıştım, “o işte o !!! “ biliyorum ,ama adını çıkartamıyorum Sonra Selman , ya o , o da beni tanıyamamış … Sonra bakıyorum Kadir dayı , saçları bembeyaz olmuş , ya yeni nesil … onlara ne demeli ? Gerçekten var ya söyleyecek söz bulamıyorum…
nerde nerde en son çizgi nerde
nerde nerde çarem nerde ?
Burada zaten infilak ettim…Çoktan, şarkıyı bırakıp, kuzenim Kenan ile pistte kurtlarımızı dökerken buldum kendimi ...Ne oynamak , ne oynamak uzun yıllardır oynamamıştım yaaa … Kuzen , sen de harika oynuyorsun!!! …Biraz da sana ayak uydurmak için dağıttım sanırım benJ Şimdi gelelim biz ,M O R rengine … Evime döner dönmez , bu renk hakkında araştırmalara kalktım üşenmedim anlayacağınız …İki gündür üç – dört saatlik uyku ile …
Bu rengin, psikolojik ,sağlık, aşk, tarz , eşya etkileri …kısaca hayatımız üzerinde ki etkilerini araştırdım…
Ve sizinle şu yazıyı paylaşmakta yarar görüyorum : “ Prof.Dr.Ahmet Maranki renklerin etkisinin insan yaşamında çok önem taşıdığını açıkladı.Evrende var olan her şeyin bir rengi vardır.Denizin mavisi,güneşin türlü sarı ve kızıl tonları insanın görüp algılayabildiği renkler.Algılayabildiği diyorum,çünkü insan;sıfırla sonsuz sayı arasındaki renk skalasından ancak kırmızı ve mor arasındaki renkleri görür.Renkler,insan hayatını ve duygularını önemli derecede etkiler.Hatta çeşitli hastalıkları tedavi edici bir yöntem olarak da eski çağlardan beri kullanılır.Tıbbın babası olan Yunan Hekim Hipokrat "Yaratılış Doktrini" adlı eserinde;bir hastaya teşhis konulurken,onun saçının ve teninin rengine,gözlerine,kulak yapısına ve hatta idrarındaki renk farklılıklarına bakarak,olabilecek hastalıklardan haber vermiştir.Yine tıbbın otoritesi İbni Sina ,"Tıbbın Esasları " eserinde;mavi rengin teskin edici olup kan dolaşımını yavaşlattığını,kırmızı rengin ise cinsellik ve üremeyi arttırıp dolaşımı hızlandırdığını belirtmiştir.Günümüzde yapılan bilimsel araştırmalar da göstermiştir ki;renkler merkezi sinir sistemine,olumlu ya da olumsuz duygu uyandıran enerji yaymaktadırlar.” – gazete yazısı-
İlkel Zamanlar da insanlar ,doğa da ender bulunan bu rengi elde etmek için , bazı deniz kabuklarını kullanarak , oldukça zor çalışmalar yapmışlar ve mor rengi elde etmişler... Bazı insanlar da mor rengi, gösterişli havasından dolayı dekorasyon da kullanmayı sevmiş. Bazı insanlar da moru suni bir renk olarak algılamış. Hatta nevrotik duyguları açığa çıkardığı ve bilinç altında insanları korkuttuğu da tespit edilmiş.Birçok intihar vakasında bu tür insanların eşyalarının mor olduğunu söylemeden de geçmeyelim. Yani tam oturma odanızı mor aksesuarlarla bezemeden önce bir düşünmenizde fayda var!.1998 yılında Ataköy’de çatıdan atlayarak intihar eden çocuğun şizofren olduğu öğrenilmiş. İntihar resminde, yerdeki ajandadan, bir kenara savrulmuş çakmağa kadar her şey mor... Çocuğun tırnakları dahi mora boyanmış. İntihar edenlerin çoğunun da beğendiği bir renk olduğu yapılan araştırmalar sonucunda saptanmış. En sevdiğiniz renk mor ise, kişiliğinizin temelinde ruhsallık yer alıyor demek imiş. Gizemli olaylar ilgi alanınıza giriyor demek… Matem ve hüzün kadar, sakinleştirici ve yatıştırıcıdır da MOR ; Meditasyon gibi ruhsal faaliyetlerde olumlu etkiler meydana getirirken,sihir ve büyü arayan renk olarak ta karşınıza çıkacağı olasılığı oldukça fazla …Ergenlik öncesi çocukların da genel olarak tercih ettiği renkte Mormuş. Kendine güven ve özgürlük duygularını harekete geçiren,yaratıcı ve ruhsal özellikler taşıdığından da ilahi bir renk… Ve sanatın rengi…
Eğer renklerin arasında bir asalet sıralaması yapılsaydı, mor ve tonları kesinlikle en üst noktada olurmuş… Mor, bilgeliği, sempatiyi, onuru ve asaleti simgelerken ;eski çağlardan beri de ihtişam ve lüksün son basamağı olarak düşünülmüş. Tarih kitaplarının anlattığına göre, yüksek sınıflar, saray mensupları ve kraliyet aileleri illa mor giyerlermiş. Aşk rengi mor olanların ise ; asilliği ve fazileti ön plana çıkaran, hayal dünyası zengin, sanata düşkün bir yapıları varmış Mor rengi sevenler aşkta ruh ikizlerini ararlarmış…
Yine kendime bir şeyler çıkartmaya çalıştım yaaa…Kendimce işte …
Bu arada yorumlar da bildiğim bir hikayeyi yazacağım ….Okumanızı tavsiye ederim… Kendimce…

15 Ağustos 2009 Cumartesi

martılar ne renkti ???

Martılar ne renkti?
Rüzgârla dans ederken
Gözlerimin dalıp gittiği noktada
Benden kopup giderken…
Ne varsa sana aitDurmuş bekliyordum

Deniz ne renkti ?
Ya gökyüzü…
Martıların kanatlarıyla ,
Gözlerinin hayaline sarılmak isterken

Kabaran dalgalar kadar hırçındı yüreğim
Kayıp giderken avuçlarımdan
Senin varlığın,

Özleminle biraz daha büyürken
Bense gömülüyordum biraz daha
O anda martılara takılıyor, gözlerim
Denizin rengi ,gökyüzü

Benimse halsizliğim
Birbirine karışıyorduMartlılar m a v i
Martılar m a v i bugün

Onlarla uçacak halim bile yok bugün
Yorgunum …

Çünkü senden kalan bir şeyler var bende
Yılların kederi ...

Rüyalarımın gizemi
Özlemeyi unuttum,sen bana umuttun,
Gölgesinde uyuduğum beyaz bir buluttun.

h@CeR dönmez Heeey Martılar !!!

Çok Kişisel Not ;Çok sevdiğim birine yazar gibi yazdım bu şiiri.Evet çok sevdiğim birine Hani olur ya yazdığın son mektubu postaya verip buralardan giden kadına saygısızlık etmemek, onu incitmemek için yazdım Nerededir, ne yapar hiç bilmiyorum. Ama yaşadığından eminim. Onunla öylesine iç içe yaşadık ki bir zamanlar. Bazen papatya kokan saçlarının kokusunu duyuyorum. Ve eğer ben ölmemişsem diyorum, o da ölmemiştir. Ve hâlâ direnmek gerektiğini düşünüyordur. Başka adlarla başka yazılar söylensin, mutlaka söylensin, diyordur. Yazı/yazılar şiirler, öyküler, masallar, hkayeler...hiç bitmesin...kalem tükenmesin ..İşte bunun için yazdım...O yazmamı isterdi...Arada yine yazabilir miyim !!?
resim: ahrazca.com.(paylaşımına teşekkür ederim Asil Bey)

13 Ağustos 2009 Perşembe

kimin söze ihtiyacı var ki...


Kimin söze ihtiyacı varki yaşamını anlatması için...Anlatabileceği birşeyler yoksa zaten o bir kim bile olamamıştır.Herbirimiz özgür bireyler olarak kendi yaşamlarımızı elimizde barındırdığımız ölçüde yaşayacağız.İşte bu noktada da kişi kendi benliğinin farkına varacaktır.Elimizde barındırdığımız yaşanımlar,sessiz bir çölün sistematiğini bozar.Tıpkı dirginliğinin bozulmasına sebebiyet veren kum fırtınaları gibi .eğer bunun başarısız bir ayaklanma olduğunu düşünüyorsanız , sizler anlam taşımayan bir sözcük gibi hayatın içerisinde sıradan bir toz parçası olup o rüzgar senin bu rüzgar benim önlerine katılır durursunuz....Buna karşılık tek eylem ise , sözünüzü kaybetmeyinBir kelime vardır ki o söylenmemiş en güzel tasavvuru içerir, yaşamınız için.İşte onunla karşılaştığınızda yaşamınız devinimsel bir izdüşüm ile değişime ayak diremeyecektir.Ve onun zihninizde canlandırdıkları ile kendi yaşamınızın boyası, fırçası,noktası,ezgisi , yüklemi ve dahası olacaksınız. Bunun için ise sadece yapmanız gereken tek olgu, yaşamınıza yön veren etmenleri göz önüne alarak ; söyleyebileceklerinizi düşünceleriniz ile ifade edin en azından.Korkaklık a-sosyal klinikleri doğurur sadece.Doktorlar eleştiri getirir size.Güzellikgetiremez, getirmez.Eleştiri bu açıdan yararsızdır., her kişi için güzellik öznel olarak ve en küçük bir genellik izi taşımaksızın vardır insanın ruhunda. Tıpkı sözünde , gözünde, yüreğinde ve yaşamında olduğu gibi...Bu yüzden kimin söze ihtiyacı var ki yaşamını anlatması için....

Sevgiyle Kalın...Hayata Gülen Gözlerle Bakın...

5 Ağustos 2009 Çarşamba

aaa anne denize bak!



Başka şehirler de görüp imrendiğiniz sahillerden birine sahip değilseniz, o zaman buyurun siz de ESKİŞEHİR ' e … uçsuz bucaksız, tropik bir plaja …

Porsuk nehrinin her yanından geçişimizde oğlum derdi ki " anne denize bak! " nihayet o günler de gerçek oldu bak Onur J… Onu hep uyarır , oğlum şurada ki denize gittik ya, deniz şöyle olur , böyle olur.Burası şehrin içinden akan bir çay,ırmak,baraj suyu…vs. her defasında bir açıklama…Nerden bileyim bir gün bu tezimin çürütüleceğini.

Bu akşam haberlerde izledik .Biz şehirde yokken açılışı gerçekleşmiş .Oysa biz de o tarihler de Altınoluk kumsalında; Dinlendirici , konforlu ve davetkar plajda tatil yapma çabasında idik.Kumsal deyince aklıma sadelik,doğallık,derinlik,derin sessizlik,buram buram deniz kokusu ve deniz kabukları gelir.Henüz görmedik bu plajı ,ancak oğlumun da benim de göz bebekleri büyüdü haberi duyunca. Büyükşehir Belediye Başkanı Yılmaz Büyükerşen, büyük adamsınız gerçekten.Şehriniz de ki insanların neye ihtiyacı olduğunu bilen birisi olarak ;Bozkırın ortasında ki bu plaj ve açık yüzme havuzunu sisteme geçirmek…Türkiye'de benzeri olmayan, dünyada da benzerini seyrek rastlanan ve en önemlisi şehir hayatının yarattığı kaosu ortadan kaldırmak amacı ile ilhamını parlak ve yoğun güneş ışığından alan size hizmetlerinizden dolayı bu şehir neler söylese az .

Tabii ki Akdeniz ve Ege sahilleri gibi olamasa da o havanın ortak özelliklerini oluşturmak; kum, balık , belki de martı figürleri… Sahilin ve kum plajın tüm kabuklu deniz hayvanları… Hasır aksesuarlar, ahşap açık renkli şezlonglar …Parlak ve yoğun güneş…

Hürriyet'in haberine göre; Büyükşehir Belediyesi'nin Eskişehir Otogarı karşındaki Porsuk Çayı kayısında 300 dönümlük alana yaptırdığı Kent Park içerisindeki yapay plaj ile olimpik açık yüzme havuzunun açılışı nedeniyle tören düzenlendi.Törende konuşan Eskişehir Büyükşehir Belediye Başkanı DSP'li Yılmaz Büyükerşen, daha önce Porsuk Çayı'nın Eskişehir'in en büyük problemlerinden biri olduğunu belirterek şunları söyledi:"Porsuk Çayı çirkin görüntüsüyle, rahatsız edici kokusuyla şehri yönetenlerin de büyük derdiydi. Porsuk'tan kurtulmak isteyenler vardı. Üstünü betonla kapatıp hafif raylı sistemi Porsuk'un üzerinden geçirmeyi hayal edenler bile vardı. Biz Porsuk'a kısa sürede hayat verdik. Porsuk, Eskişehir'in en önemli kıymeti olarak hak ettiği görünümü kazandı. Porsuk'u ıslah ettik, onu güzelleştirdik. Porsuk Eskişehir'in kıymetini artırdı. Bize akın akın ziyaretçi kazandırdı. Bozkırın ortasındaki bu plaj ve bu açık yüzme havuzu Türkiye'de benzeri olmayan, dünyada da benzerine seyrek rastlanan tesislerdir."

Yapılan konuşmaların ardından da Anadolu Üniversitesi ve Sarar Spor Kulübü yüzme takımlarında yer alan 10- 12 yaş arası 75 sporcu arasında olimpik açık yüzme havuzunda yarış düzenlendi Açılış törenine katılan kızlı-erkekli onlarca çocuk da plajda yüzerek, kurulan şezlonglarda güneşlendi Çocuklar Eskişehir'e plaj kurulduğu için çok mutlu olduklarını söyledi.
Böylece , Türkiye'nin ilk yapay plajı Eskişehir'de . 350 metrelik plajda 15 soyunma kabini ile 150 şezlong bulunuyor.

Hayırlı olsun derken , yazımın sonunu getirmeden önce internette de bir gezindim.Bu habere halkın yanıtı ne olmuştu acaba? Kimileri " babanın parasıyla mı yaptın başkan? " , " dikkat edin Eskişehirliler boğulmayınnnn!!! " , " Helal Olsun hocam , Eskişehir' e denizi de getirdin …" ,hele birileri ne yazmış ; "Be adam yüzme havuzu yap eyvallah.Eskişehir gibi kıraç bir bölge şehrinde o tırışka plajın suyu seli,temiz tutulması vs. bunların maliyeti nedir? Resimlere bakın yüzme havuzundaki suyla bu Miami Beach 'in !!! suyunu mukayese edin ne dediğimi anlarsınız.Herşey bitti iş deniz getirmeye mi kaldı ??? Bir şehircilik uzmanı görse şu garabete güler be.Çekemeyen AKP liler diyenlere: Eğer bu dangalaklığı bir AKP'li belediye yapsa açıp telefonu bir güzel kalaylardım.Aman salmayın tepe tepe kullanın başkanınızı… " Bence bu tip insanlara iyilik yaramıyor …Başkan dediğinin vizyonu olmalı adam pis kokusundan geçilmeyen porsuk çayını cennete çeviriyor başka bir başkan şehrinde ki barajı çöplüğe çeviriyor…Unutmasınlar insanların en hayırlısı insana en iyi hizmet edenidir, başkanın fikri değil bizim için hizmetidir. Bu arada " aynısını biz de istiyoruz !.. " diyenler de var… Bu arada çoğu kişi de siyasetten , üniversitelerden, konu ile yakından , uzaktan alakası olmayan konulardan bahsetmiş. Bu konu uzar gider tabii ki , henüz ben gidip görmedim yapılan hizmeti . Yaz çıkmadan görmek isterim , özellikle oğlum Onur için.Onları o plaja götüreceğim en kısa sürede umarım…


Evet 04.Ağustos .2009 dayanamadık, en kısa süre demiştik…Okul arkadaşımıza da haber vererek , bu gün gittik,Eskişehir' in kumsalına,plajına , denizine …Güzel bir geçirdik,benim bu yazımı zaten orayı görmeden yayınlamam doğru olmazdı , kendimce fikrim…Gitmeliyim, orada ki atmosferi bir koklamalıyım dimi ama…Çocuklar mutlu en önemlisi de bu bence…Su bulanık, doğru .Sebebini sordum orada ki görevliye ," zemininde ki kumdan ötürü , bulanık ." dedi. Evet o kum biraz daha özel olabilirdi , en azından yıkanabilirdi, ( 'eleme -yıkama işlemi' , çalıştığım inşaat firmasından hatırlıyorum ) . Bu arada yüzme havuzlarından yararlanamadık, üye olmamız , aylık kayıt yaptırmamız, form doldurmamız,… vs. gibi formalitelerin olduğu söylendi. Evet , denizin suyu da , yüzme havuzların ki gibi olabilirdi.


Fazla uzatmadan, gittik, gördük, yararlandık, gezdik, beğendik diyelim… Ve bütün hizmette emeği geçenlere de teşekkür edelim…

1 Ağustos 2009 Cumartesi

Hayat denen oyunda


Hayat denen oyunda yine düştüm hayallerim uğruna,aynı kavisli yolara.Yürüyorum,düşüyorum kalkıp koşuyorum arayı kapatayım diye.Neye,niye,kime gidiyorum bilmeden.Önce mutluluğu öğreniyorsun sonra hiç farketmeden hüznü.Ve mutluluğun kıymetini anlıyorsun.Denemeden öğrenemiyorsun acıların güzel kıldığını tatlı anları,anıları. Yalnızlık çalıyor kapını zaman zaman.Kapıyı açmamak için direniyorsun.Çoook sonraları anlıyorsun ki aslında içeride olan yalnızlık dışarda olan sensin.Kaçmak isteyen senin yalnızlığın.açmayarak himaye ediyorsun onu.
Sevmelerin geliyor zaman zaman...Sevdim,seviyorum,seveceğim diyorsun.Ve ansızın kaçıyor hevesin.Sevemedim,sevmiyorum,sevmeyeceğim diyorsun.Hayatını çelişkiler sarıyor sen yine yürüyorsun,düşüyorsun,koşuyorsun...istesen de istemesen de...Bir gün anlıyorsun ki sen hareket etmesen de gidiyor bu yol...Yorulsan da,çırpınsan da aynı noktaya varıyorsun aksini yapsan da...Çekirdekleniyorsun bir gün.Hüznünü salıyorsun dünyaya.Oysa istediğin hep mutluluk salmaktı çevrene.Olmuyor kimse gibi sen de yapamıyorsun...Karışıklar artarsa diye endişelenirken hayatın karışıklıklarla dolu olduğunu seziyosun kadınsı bir içgüdüyle...Bebekleri en çok masumiyeti düzlüğü barındırdığından seviyorsun.Ve bir yaşlıya yardım etmek ileride yardım göreceğin umudu bıraktığı için özel sana göre.Farklıyım diye haykırıyorsun güçlü anlarında.yalnız senin doğruların doğru öyle ya...Fakat toplum dikildiğinde karşına sessizleşiyorsun,ben de koyunum ,bu sürüdenim diyorsun.Aynı hayatı farklı cümlelerle yaşıyorsun...Ve bir gün ,aynı nokta gelip konuyor en sonuna.Aynı kanatlarla maviye ya da kırmızıya kavuşacağını düşünerek gidiyorsun.Uzun bir düzlem içinde mekik dokuyarak... sen de ellerini toprağa gömüyorsun...


Geliyor ve gidiyorsun...
Bir tuhaf cümle bu
Devrik gibi birşey
Kelimeler ifade edemiyor içindekileri
Bir yüzüne baksalar anlayacaklar da
Sen çoktaaan dönüp gitmişsin
Belki anlayacaklarını bilsen kalırdın
Kimbilir???...
h@cer dönmez- Kl@vye dostluğu

31 Temmuz 2009 Cuma

Yaşa...


Güzel bir hayal olarak kalmak isterim sende

Zor ve parlayan bir gerçek olarak mesela

Kuyruğu yaldızlı hayalete ne dersin ?


En çok huzuru hatırla ben aklına gelirsem.

Çocuğunu sev, her aklına geldiğim de ...

Yaldızlı anılarla yüreğin burkulmasın,

Gezmeye götür evdekilerini…

Nedensiz bir öpücük kondur yanaklarına.


Verdiğim kitap kitaplıkta kaybolsa bile,

Not düştüğüm tarihi hatırla

El yazımın çirkinliği aklına gelsin

Ne bileyim gülümse hınzırca…

Sakın ağlama,

Ani öpüşler yok olmaz evrende

Komik utançları hatırla ...


Avuç içinde kurduğum dünya

Parmaklarına vuran okyanus dalgaları

Damlayan özlemler…

Yıllar yuvarlanırken merdivenden

Kolum kanadım kırıldıysa,

Zamanın bir köşesinde yorgunsam

Her zamanki gibi…

Unut beni.Hatırlama…

Güzel yaşa…


Deniz maviliğine kulaç atsın mutluluğun…

İyi yaşa…


Akşamlara küssün güneşin ve batmaya yerinsin…

Yaşa bir tanem…


Dolunaydan umut kopararak…

Yaşa…

( Yazan..Hacer Dönmez )

30 Temmuz 2009 Perşembe

yak gel


Dün yarını yıktım... kibriti çaktım... herşeyi yaktım...sil gitsin... bir kez daha bitsin ...bu rüya ;bir kez daha batsın bu güneş, tüm bunlara alışık bu beden, ezberlettin hepsini zaten anlamı yok ,var olmanın .Artık söyle be kimmiş korkan ölümden... Yine yeni bir güne sensiz uyandım.Yanımdasın sanmıştım ,yanılmışım .Ama baktım sen yoksun ,kalakaldım.Bir bakışına tutsak kaldı bak rüyalarım .Bu kalp doğduğuna bin pişman .Buruk bir halde ölmeyi bekler.Mezarın kalbi sen ,yine boş ver.. Kalbim küçük aşkım daha sığmaz bin kere yalvarsam beni duymaz kaçmış gitmiş çok uzaklara mutlu musun oralarda tek sırdaşım arkadaşım dört duvarım hapsettim kendimi içine tek cevap ver sensin bilirim ancak yine sensiz hapsolacak.. Bekler uzanacak bir el dilinde ezber sabah akşam seni söyler söyle benim gibi kim seni sever söyle bitanem benim kadar kim seni özler sana bağlı kaldı gözler mutsuz bu adam kollarını açmış seni bekler aynı haykırış neredesin artık gel yeter.. Yoksun diye günleri sayar oldum takvim yaprakları bana düşman ben yine pişman aynı durumdan bıkmadan her gün doğumuna bakarak yalvardım bir kez duysun beni bu sefer dedim anlattım kalktım yaradana hıçkırdım imkansızlıklara el açtım.. Söyle birbirimizi nasıl sevdik ?Saçları sırma gelincik gözleri sürme gelincik suçumuz neydi bizim sevdik birbirimizi deli sevdik saçları sırma gelincik gözleri sürme gelincik suçumuz neydi bizim... Birden uyandım kan ter içinde ve kalktım baktım yine bomboş koşmaktan yorulur bu beden ama sana koşuyorsam kim bana engel senden ...Başka kimi almış çekmiş bizi bizden şimdi cevap ver gönlüm senle dolu ancak çok uzaksın ağlattığın iki gözden... Artık gönlümde ümitsizlik aklımda hep tasa bıkmadan yazdım her gece aşkımı kara sayfaya yalvardım sana haykırdım tüm boşluklara ne olur birtanem beni bu savaşta yarı yolda koyma anlattım gerçekleri sana yeter artık dön gel bana... Kimler sana dostça yaklaşıyor da bu kalbin benden uzaklaşıyor kimleri aldın o rüyalarla da dudakların kimleri anıyor ruhu yok olmuş gülmeye küsmüş birileri vakti mi sayıklıyor olur da bir an evvel dönmezsen bu adam buralardan gidiyor...Karanlık geceme aydınlıktın rüyalarımda Allah'ım ben ,sen neden kaçandın anlamadım atan bir kalp değil beni mahveden yanan bir yürek ağlayan gözler pişmanlıktır beni kahreden içinde hala bir korku varsa aç bu uçurumdan koş korkmadan.. Rüyalarımdan çıksın bu melek kaldırmak çok güç yokluğunu her bir satır anlatsın sana sensizliklere tokluğumu yıktım bende ki herşeyi kendimi yarınları son kez görüyorum yıkılan tüm umutlara rağmen bir gün dönecek diye bekliyorum.. Şimdi sarılıp o geçmişe ağlar ağlar açılmaz yüreğim gözleri sürme gelincik suçumuz neydi bizim sevdik birbirimizi deli sevdik gözleri sürme gelincik saçları sırma gelincik suçumuz neydi bizim sevdik birbirimizi deli sevdik saçları sırma gelincik gözleri sürme gelincik suçumuz neydi bizim... Sen yüreğimin çayırlarında her mevsimi umudu hücreledin bana sen benim ellerimden tutabildiğim yanağını okşayabildiğim sarılıp koklayabildiğim sevgilim, dostum ,sırdaşım ,biricik sevdam ,ayrılık unutanlara mahsus ben seni unutamadım ki ben senden ayrılamadım ki yıllar yıllar neleri götürdü özünden neleri unuttu yüreğin sele mi kapıldın yoksa istanbul yamacında söyle söyle suçumuz neydi bizim...

28 Temmuz 2009 Salı

k e n d i m c e



Merhaba Klavye Dostları...

Bu Blogerı neden niye niçin açtığımı hiç düşünmezken, çok ihmal ettiğimin farkına vardım bir anda ... Ve bugünden itibaren bu blog benim için bir nevi günlük olacak .Ve yazdığım yazıları da bu blogda paylaşabilirim ancak spacede yapmak istediğim kendimceben , http://kendimceben.spaces.live.com/ her yazdığım kesinlikle dediğim gibidir demiyorum yanlış anlaşılmasın.Adı üstünde işte kendimce ... Sitemden de yardım alabilirim çoğu kez http://hacerdonmez.com/ diğer adıyla Klavye Dostlugu " Biz birbirimizi seviyoruz... " Amaç paylaşım olsun, amaç dostluk olsun , amaç sevgi olsun...

6 Mayıs 2009 Çarşamba

gerçek

Gerçeğe Selam...
gözler sorar yüreğe: "kıskanırım seni!"der, "benim göremediğimi nasıl görebilirsin sen? " yanıtlar yürek gülümseyerek: "senin göremediğin zaten bir tek ben..."

3 Mayıs 2009 Pazar

çok şey yaşamak...

Onlar kendi yolunu izleyen
Hayat’ın oğulları ve kızları.
Sizin aracılığınızla geldiler ama
sizden gelmediler.
Ve sizinle birlikte olsalar da sizin değiller.
Onlara sevginizi verebilirsiniz, düşüncelerinizi değil.
Çünkü onların da kendi düşünceleri vardır.
Bedenlerini tutabilirsiniz, ruhlarını değil.
Çünkü ruhları yarındadır,
Siz ise yarını düşlerinizde bile göremezsiniz.
Siz onlar gibi olmaya çalışabilirsiniz ama sakın onları
Kendiniz gibi olmaya zorlamayın.
Çünkü hayat geri dönmez,
dünle de bir alışverişi yoktur.
Siz yaysınız, çocuklarınız ise sizden çok ilerilere atılmış oklar.
Okçu, sonsuzluk yolundaki hedefi görür
Ve o yüce gücü ile yayı eğerek okun uzaklara uçmasını sağlar.
Okçunun önünde kıvançla eğilin
Çünkü okçu, uzaklara giden oku sevdiği kadar
Başını dimdik tutarak kalan yayı da sever.
Halil Cibran
Evet ustanın yazdığı gibi , dünyaya gelirsiniz, yaşarsınız ...Ama aslında hiç bir şey sizin değildir. Yetiştirmek , eğitmek için üzerinde insanların emek harcarsınız .Vatanına milletine hayırlı bir insan olsun diye uğraşırsınız.Bu arada insan büyürken ebevenyler kadar çaba harcar...Kabul görmek, sevilmek ben de varım demek ister.Utanmaz, yalancı, hilekâr, başkalarının hakkını çiğneyen, namussuz, bencil kişilere... rastladığım ,mücadeleler verdiğim yıllarım oldu .Bu davranışlara hayret ediyor, hak arayan birisi olarak kızıyor, gerçekçi olduğum için zaman zaman onları kınıyordum. Daha Sonra geniş perspektiften bakmaya ve olayların nedenlerini anlamaya çalışmayı denedim .Otuzbeş yaş şairi Orhan Veli'nin dediği gibi " yolun yarısı " ' na geldiğim de ise, önceki duygularımı yine kısmen taşımakla birlikte, artık büyük ölçüde acıyorum. Böylelerinin doğru yolu görebilmelerini, gönül gözlerinin açılmasını, Varoluş’un gerçeğine uyanmalarını Ulu Yaradan’dan diliyorum. Çünkü bu kişiler ancak böylece, doğrudan veya dolaylı etkiledikleri insanları mutsuzluktan, onların hayatlarını cehenneme çevirmekten, kendilerininkini ise Öz’den uzak, manevî hazlardan yoksun ruhsal zindanlarda mahkûm yaşamaktan kurtarabilirler...
Asırlar asırlar önce “ İnsan, insanın kurdudur,” diyen Romalı oyun yazarı, ya bugünleri o zamandan görebilmişdi.Ya da insanoğlu o çağlarda da, aslında her çağda olduğu gibi, şimdiki hemcinslerinden farksızmış. Bana göre, doğru eğitimden geçmemiş insan, tüm zamanlarda aynı. Öyleyse doğru eğitimden kasıt ne? Fiziksel yönden insan sınıfında yer alan yaratığı, gerçekten “insan” olmaya götüren süreç....
Biyolojik fonksiyonlarıyla insan sayılanı, duygu, davranış ve düşünceleriyle de “insan” düzeyine yükseltme çabası.... Belki de, bayağılaşmış beyinleri, sıradanlaşmış tercihleri, kütleşmiş duyguları silkeleyip uyandıran bir müdahale.... Aksi halde insan, sadece insanın değil, erdemlerin de, doğanın da kurdu olup, değerli olan her şeyi kemiriyor, yok ediyor. Galiba sorun, insan olduğumuzu varsaydığımızdan, gerçekten insan olmayı amaçlamayıp buna çaba sarf etmememizde.
Doğamız gereği, bazı şeyler bize öğretilmeden , kimi şeylerin farkına vardırılmadan insanlaşmamızda. Sonuçta, dünya ve insanlık bugün de olduğu gibi, manevî bozulma, doğa kirliliği, yalanlar, kavgalar, vurgunlar, cinayetler, savaşlardan bir türlü kurtulamıyor. Toplumda bu olan bitenler bize de yansıyarak bizi hızla kirlettiğinden, çürümüşlük, yozlaşma, sömürü, kötülük, hayatlarımıza egemen olmasa bile, hepimizi derinden etkiliyor, yaralıyor, özüne yabancılaştırıp mutsuz ediyor.
Hintli filozof Satya Sai Baba’nın eğitim konusundaki sözleri bu görüşe büyük yol gösteriyor. Düşünür şöyle demiş: “Eğitim nasıl yaşanacağına ilişkin olmalıdır, nasıl para kazanılacağına ilişkin değil. Bilgi bilgeliğe dönüştürülmedikçe ve bilgelik de karakterde ifade bulmadıkça, eğitim boşa giden bir süreç olur. Eğitim bu dönüştürme yeteneğini sağladığında hayat da huzurlu, mutlu ve karşılıklı yardımlaşma ve işbirliği ile dolu bir hale gelir.” Peki bugün geçerli olan geleneksel eğitim bu sonucu neden vermiyor? Yani, eğitim paranın nasıl kazanılacağını değil, hayatın nasıl yaşanacağını neden öğretemiyor insanlara ?
Paranın, şöhretin ve gücün öne çıktığı, insanî değerlerin geri plâna atıldığı günümüzde, Hintli bilge Krishnamurti bunu şöyle yanıtlıyor:
“Siz gerçek sevginin öğretilmediği okullara gittiniz. Siz bu tür bir sevgi için eğitilmediniz. Size matematik öğrettiler, kimya öğrettiler, coğrafya, tarih öğrettiler, hepsi bu kadar. Çünkü ananızın, babanızın istediği sizin iyi bir iş sahibi olmanıza, yaşamınızda başarılı olmanıza yardımcı olmaktı. Eğer ananız babanız paralı kimselerse, sizi yabancı ülkelerde eğitirler. Ama dünyadaki başka insanlar gibi tüm amaçları sizin varlıklı bir insan olmanız, toplumda saygın bir yer doldurmanızdır; siz de daha yukarılara tırmandıkça başka insanların daha da mutsuz, daha da dertli olmalarına neden olursunuz. Çünkü başarılı olmak için yarışmalısınız, acımasız olmalısınız. Onun için analar, babalar çocuklarını başarılı olmaya özendirildikleri, yarıştırıldıkları ama sevginin olmadığı okullara gönderiyorlar, onun için de çekişme didişme içinde kokuşmuş bir toplumda yaşıyoruz.”
Evet çok haklı ...Bence, bireyci Batı eğitimi kişiyi, gerçek mutluluğun kendini tatmine yönelik olduğuna yönlendirir veya inandırır. Dozunda olan rekabetin, daha iyi, daha başarılı olmanın önemli itici güçlerinden olmasına rağmen, aşırı rekabetçiliğin, hasta bir ruh hali ve kişilikteki bazı yetersizliklerin doyumuna yönelik olduğunu da gözden kaçırtıyor . Tüketici ve rekabetçi sistem, insanların “ait olma” duygusunu törpülüyor, duygusal beslenme kanallarını tıkıyor. Buna karşılık, “sahip olma” duygusunu kökleştiriyor. Kendisine rekabetçi bakış benimsetilen birey, bitmez tükenmez bir yarış içinde olması gerektiğini düşünerek, sahip oldukları yeterli hatta gereğinden fazla bile olsa, tatminsiz kalıp hep daha çoğunu ister. Adeta bu yolla hayatta bilincine varamadığından ıskaladığı bazı manevî haz ve zenginlikleri, elde ettiği maddelerle dengeleme peşindedir. Parayla satın alınabilecek şeylere sahip olmayı istemekte yanlışlık yok, bunlar keyifli şeyler. Yeter ki parayla satın alınamayacak çok şey o arada kaybolmasın. Ayrıca, hep kendi çıkarına çalışmak, toplumun çıkarlarından çalmaktır. Şunu da biliyoruz; dışarıdan bakıldığında inanılmaz başarılar kazanmış nice kişi, maalesef, içsel açlıkla, kişisel bütünlük eksikliğiyle ve başkalarıyla sağlıklı, geliştirici ilişkilerden yoksunlukla boğuşmaktalar.
Hayata asırlardan beri ya temelden;ilkeli ve bütünlük içinde ,tutarlılıkla yaklaşılır.Ya da daha yüzeysel; öze değil görüntüye yönelik, güncel kullanımıyla, işbitirici, rüzgârına göre yelken açan, yaklaşım benimsenir.
Günümüz düşünürleri ve psikologlar, birbirinden farklı bu iki yaklaşımın birincisine “Karakter Etiği”, ikincisine “Kişilik Etiği” diyorlar. İkisi arasında yaşama bakış ve davranış açısından önemli fark var.Karakter Etiğinde başarı ve mutluluğu doğruluk, alçakgönüllülük, sadakat, ılımlılık, cesaret, adalet, sabır, çalışkanlık, yalınlık, gösterişsizlik gibi niteliklerin sağladığı görüşü geçerlidir. Karakter Etiği, etkili yaşamın ana ilkeleri olduğunu ve insanların bu ilkeleri karakterlerinin temeli yapmakla gerçek başarıya ve kalıcı mutluluğa erişebileceğini öğretir.
I. Dünya Harbi’nden kısa süre sonra bu görüşten Kişilik Etiğine kayma oldu. Başarı daha ziyade, insanlar arası etkileşimi kolaylaştıran kişiliğin, kamuda sergilenen görünümün, duruşun, davranışın, hüner ve usullerin işlevi olarak görüldü. Başka deyişle, başarıya temel özellikler yerine, yüzeysel hatta yanıltıcı tavırlar kullanarak varmak amaçlandı, öğütlendi. Kişilik Etiği, insan ilişkileri ve halkla ilişkiler ile, pozitif zihinsel tavır (PMA) diye adlandırılan iki ana yönde gelişti. Kişilik Etiğinin tamamen yanlış veya kötü olduğu elbette söylenemez.
Örneğin, “Gülümsemek, somurtmaktan daha çok arkadaş kazandırır”, “Tavrınız, çıkabileceğiniz yüksekliği belirler” ,“ İnsan, aklının düşünebildiği ve inandığı her şeye erişilebilir”... gibi ilham verici ve bazen de geçerli özdeyişler bu felsefenin örnekleridir. Ama bunların yanında, kişilik yaklaşımının açıkça manipüle edici ve aldatıcı teknikleri arasında şu yöntemler de var:
İnsanlara içimizden gelmese de, kendimizi sevdirecek teknikleri kullanmak veya başkalarından istediğimizi elde etmek için onların hobileriyle çok ilgiliymiş gibi davranmak...Güçlüymüş havalarına girmek ya da etrafımızdakileri korkutarak hedefe varmayı hayat boyunca yaşam tarzı olarak benimsemek.
Yanlış anlaşılmayı önlemek için vurgulamak gerekir ki, Kişilik Etiğinin, kişiliğin geliştirilmesi, iletişim hüneri eğitimi, etki yapabilme stratejileri öğrenimi ve olumlu bakış açısı yaklaşımı gibi unsurlarının yararlı olmadığı , hatta bazen başarıda önemli olmadığı söylenemez. Yanlış olan, bunları ikincil yerine birincil nitelik saymak. Başarıda karakter temel etkendir, kişilik ise kolaylaştırıcı veya katalizördür. Bunu görmezsek, bizim yükselttiğimiz binayı önceki nesillerin attığı temelin ayakta tuttuğunu unuturuz. Bunun yanında, mümkündür ki ekmediklerimizin hasadını ala ala, ekmenin gereğini de gözden kaçırırız.
Kişiliklerimiz kusur, ikiyüzlülük ve samimiyetsizlik taşırken, insanları etkileme strateji ve taktiklerini kullanarak arzularımızı gerçekleştirebilsek bile, uzun vadede başarılar sürmez. Yapaylık kaçınılmaz olarak güvensizlik yaratınca, profesyonel insan ilişkileri yöntemleri de manipüle edici olarak algılanır. Başarıya, mutluluğa, karakter gücü yerine kişilik özellikleriyle, yani temelle değil teknik kullanarak erişmeyi seçmek, okul hayatı boyunca son dakikada ders çalışarak sınavları geçmek isteme çabasına benzer:))) Bazı sınavlardan geçilse bile, her gün çalışıp bedelini ödemeden, konulara hâkim, iyi eğitilmiş bir beyine sahip olunabilir mi? İnsan ve toplum da birer organik sistem olduğuna göre, zamanında gereken emek verilmeden olumlu, kalıcı sonuç alınamayacağını, yine organik bir sistem olan çiftlik analojisinde görelim. İlkbaharda tohum ekip, gübreleyip, sulamadan, yazı oyunla geçirerek, güzdeki hasatta son günlerin çabasıyla ürün elde etmek mümkün mü? İnsan ilişkileri de hasat yasasına bağlı doğal sistemler olduğuna göre külfet-nimet ikilisi burada da geçerli. Bir defalık veya kısa süreli insan etkileşimlerinde Kişilik Etiğini kullanarak durumu idare edebilir ve sevimlilikle, kurnazlıkla, olduğumuzdan farklı görünerek sonuç alabiliriz. Ama sadece ikincil özelliklerin uzun erimli durumlarda sürekli bir değeri olamaz. Neticede, köklü bir dürüstlük, temel bir karakter gücü yoksa, hayatın zor dönemlerinde, gerçek güdüler yüzeye çıkar ve kısa vadeli kazanımlar, insan ilişkilerinde yetersizliğe, başarısızlığa dönüşür.
Gerçekten de sağlam karakterin yerini hiçbir şey almaz, ve hiçbir şey kendini onun kadar anlamlı ifade etmez. Emerson’un dediği gibi “Ne olduğun o kadar yüksek sesle haykırıyor ki, senin ne dediğini duyamıyorum” Son çözümde gerçekten nasıl bir kişi olduğumuz, ne söylediğimiz veya ne yaptığımızdan çok daha açık biçimde kendisini belli eder.
Bu yaşıma kadar yeterince kötülüğe şahit oldum, duydum ya da okudum. Yine de, ruhsal sorun ve hastalıkları olanlar hariç, insanların zevk alarak kötülük ettiklerine, zarar verdiklerine inanmıyorum. Gerçekten ;kötülerin bile derinlerinde bir yerde yaptıklarından rahatsız olduğunu, suçluluk duyup ruhlarının ızdırap çektiğini, böyle yükler taşımaktan, bilinçli veya bilinçsiz, huzursuz olduklarını sanıyorum. Sebep oldukları kötülüklerin, insanların gerçek anlamda aydınlanmamış, farkındalıktan pay almamış olmalarından kaynaklandığını düşünüyorum. İnsanlara bunları kazandırmanın en iyi yolu, onların eğitilmesidir. Burada “eğitim” terimini, okuldaki öğretim ile aile ve toplumdaki eğitimi de kapsayan bir paket terim anlamında kullandığımı belirtmek isterim.
Çocuklar karakter kirlenmesine önce ailede başlıyorlar. Aile fertleri gibi birbirlerine en yakın, en sıcak olması gerekenlerin hoşgörüsüz, suçlayıcı, ters, zedeleyici, cezalandırıcı, sevgisiz hatta düşmanca davranışları, sözleri, bu taze ruhlarda hayatın ne olduğu, nasıl yaşanılacağı konusunda yanlış fikirler verip onlara hayat koşusunda “hatalı çıkış” yaptırıyor. Demek ki küçüklerin yaşam hakkında olumsuz izlenim yerine olumlu izlenimlerle yola çıkmalarını sağlamak, büyükler için en az çocuklarına yiyecek, giyecek gibi maddî gereksinimleri temin etmek kadar önemli. Verilen ruhsal gıdanın azlığı ve saf olmayışı, o taze beyinlerde ömür boyu giderilmesi çok zor olan berelenmeler yapıyor. Küçükken yeterli olmayan maddî gereksinimler ilerideki yıllarda tatmin edilebilir ama, ruhsal gıdaların yetersizliği kişiyi hayatı boyunca duygusal doyumsuzluğa mahkûm ediyor. Doğru eğitim bu nedenle ailede başlamalı.
Biz küçükken hayatın ne olduğunu, nasıl yaşanılacağını bize anlatmıyor, öğretmiyor yakınlarımız. Bunun çeşitli sebepleri olabilir. Mesela; kendileri de bilmediğinden veya bu konuda kafa yormadıklarından. Velhasıl “Zaten doğru yaşamıyoruz, bir de uygulamadığınız şeyleri yaparmış gibi anlatarak sahteciliğimizi katmerleştirmeyelim” düşüncesinden... Hatta “Yaptığım yamuklukların tersi olan düzgün şeyleri dile getirerek onlarla yüzleşmek zorunda kalmazsam, yanlışlarımı kendimden bile saklamak kolaylaşır. Halbuki, hem yamuk yapıp hem aksini savunursam, bölünmüş bir kişiliğe, şizofrenik bir ruh yapısına düşme ihtimali var. Üstelik bu fani hayatta değer mi? Üzerinde fazla durma, unut gitsin, gözlerini kapat kendine.” gibi öz savunmasından bile kaynaklanıyor olabilir.
Çocuklarımıza doğru ve güzel olandan taviz vermemelerini, çünkü bir kez yanlışın ve çirkinliğin yoluna girilince o yolun nerede biteceğinin önceden kestirilemeyeceğini, kişisel gelişme eğitimlerinin bir parçası olarak anlatmak gerekir. Ancak muhakkak ki bunda inandırıcı olmak için, ana-babaların, öğretmenlerin, büyüklerin, verdikleri vaazla yaptıkları şeylerin aynı olması lâzım. Zira çocuklar, gençler çok iyi gözlemci. Yüzümüze vurmasalar dahi bize notlarını veriyorlar. Bence bu yolla onların gözünde güvenilirliğimizi, saygınlığımızı kaybetmemizden daha da kötüsü, yaşamı bizden sonra sürdürecek, insanlığın gelecekteki yönünü belirleyecek nesillere kötü örnek olarak, insanlığın ileride yapacağı çirkinliklerin, yaşanılacak üzüntülerin tohumunu bugün kendi elimizle atıyor olmaktır.
Eğitimin en önemli amaçlarından biri, insanı sürekli sorular sormanın da ötesinde, doğru soruları soran kişi haline getirmesi ve öyle tutmasıdır. Aile ve toplumda yanlış izlenimler edinilmişse, kişinin soracağı sorular, ona doğruyu bulmakta yardım edecek nitelikte olmalıdır. Yani eğitim, insanı bilgiler değil, değerler konusunda donanımlı yapmayı amaçlamalıdır. Eğitim, gençlere geçmişin kahramanlarını öğretmekten ziyade, geleceğin mimarları olmalarını öğretmelidir. Eğitim, kötü niyetli, yanlış değer yargılarına sahip, ahlâktan nasibini alamamış fakat bilgi sahibi olmuş kişilere vasıta olmamalıdır. Çünkü cahil hırsız, vagondan tek bir şey çalmakla yetinirken, üniversite eğitimli hırsız bütün demiryolunu götürebilir. Üstelik onların yaptığı silâhsız soygun olduğu için, zaman zaman ceza sayılamayacak bir cezayla geçiştirilebiliyor.
İnsanların bir bölümü hayatı, kuralları olmayan bir oyun gibi görerek yaşar. Gerçekten de hiçbir kişi, hayatı şu kurallara uygun yaşayacağım diye herhangi bir sözleşme imzalamadığından, bazılarımız bu doğrultuda düşünmek ve davranmakta özgür hisseder kendini. Kuralları kendisi koymaya kalkar. Ne var ki, hayatın daha doğrusu varoluşun evrensel kuralları vardır. Tam olarak bağlı olmadığımızı sanmak yanılgısına düştüğümüz bu kurallar bize egemendir. Bazıları ise hayatı bir kumarmışçasına görüp;kimisi kaldırabileceği, kimisi ise kaldıramayacağı bahislere girer. Kendimizi ve çevremizdekileri ne kadar aldatırsak aldatalım, blöf yapıp zahiri görüntüyü ne denli farklı imiş gibi yutturursak yutturalım, gerçeği değiştiremiyoruz. Sadece belirli bir süre için değişmiş gibi sunabiliyoruz. Fakat ertesi sabah uyandığımızda gözlerimizi yine o saptırdığımızı sandığımız gerçeğe açıyoruz.
Hayat canlılara milyonlarda bir olasılıkla ve sınırlı bir süre için, sadece bir defalığına verilen bir şans. Kendini en iyi geliştiren, olabileceğinin en fazlasını olan, hissedebileceğinin en çok ve yoğununu hisseden, kendini bildik sahillere hapsetmeyip, merakla ve korkmadan engin denizlere açılabilen, hayatına anlam katabilen kişiler, Yaradan’ın lûtfettiği bu şansı iyi değerlendiren, hayatı ıskalamadan yaşayanlardır.
Joseph Kessel bu konuda şöyle der: “Kişi hangi kader için getirilmişse dünyaya, onu en iyi biçimde gerçekleştirmeye çalışması, duaların en güzeli, en doğrusudur”. Bize yaşam veren hayatın bizden beklentisi olması doğaldır. İnsana kendini açıklamaya yardımcı olmayan, yani Yaradılış’ın kendisinden beklediğinin ayırdına vardırtmayan eğitim, gerçek bir eğitim olabilir mi hiç? Eğitim bireye biyolojik varlığını öğretmesinin yanında, kendi içindeki ve dışındaki derinliklere, evrensel boyutlara işaret etmedikçe kişinin yaşamına ışık tutabilir mi? Eğitim yaşamı yaşam yapan açılımlar getirmeli. Bireyi önemli insan olmaya değil, değerli insan olmaya yönlendirmezse, eğitim görevini yerine getirmiş olur mu?
Eğitim sosyal bir kurumdur. Ama siyasetin, eğitim kurumunu bütünüyle serbest bırakması doğal olarak söz konusu olmamaktadır. Yani siyaset, amacına yönelik insan yetiştirmekten elinde olmaksızın doğası gereği geri duramaz. Siyaseti biçimleyen en önemli faktör ekonomi olduğu için, eğitim sisteminin, ekonominin istediği insan tipini yetiştirmeye yönelmesi kaçınılmaz olur. Oysa, “Nasıl bir eğitim?” sorusuna cevap aranırken önce şu iki temel sualin cevaplanması gerekir. 1.“İnsanoğlu nasıl bir dünyada iyi gelişir?”
2.“İnsanoğlu nasıl bir dünyada tam yaşar?”
Bu sorulara yanıt aramayan ve bulamayan bir eğitim sisteminin savunulması ve insana uygun değerler taşıması olası değildir. Çünkü insanoğlu yetenekleri doğrultusunda gelişmek üzere programlanmıştır. Bu doğrultu dışında mutlu olamaz. Hatta diyebiliriz ki, mutluluk, kişinin, yeteneklerine uygun olarak gelişip gelişmediğinin bir göstergesidir.
Tam yaşamaya gelince, bu kavramı, gelişmeden ayıramayacağımız gibi, doğadan da ayıramayız. Ömrümüz diyelim ki seksen yıldır ama sonuna geldiğimizde, biz onun ne kadarını yaşamış oluruz? Değerli olmak yerine önemli olmayı seçmişsek ve kendimizi doğanın ritminden koparmışsak, pek azını ....
“ Nasıl yaşanır”ı öğreten bir eğitim yerine, “Nasıl para kazanılır”ı öğreten bir eğitim almışsak, pek azını....
Lâkin bu sadece bizlerin hayatını ilgilendiren bir durum olmakla kalmıyor. Bizler ömürlerimizin azını yaşarken, dünya da yaşanası bir yer olmaktan çıkıyor. Çünkü hepimiz hayatımızın onu yaşayamadığımız bölümlerinde, başkalarının hayatını karartıyoruz.
“Doğanın da, dünyanın da kendine özgü ritimleri vardır. Devinimlerimizde o ritimle uyum içinde olmamız gerekir; aksi takdirde elde ettiğimiz şey, arzu ettiğimiz şey olmayacaktır.” Herbert von Karajan

11 Nisan 2009 Cumartesi

Kimdir Kadın ?


Kadın Kimdir ?Kadın kimdir sorusu yakıcıdır. Henüz yanıt bulmuş değil. Bir sömürücü aracı, bir cinsel objemidir? Mal mı, Pazar metasımıdır? Yoksa reklam ve vitrin mankenimidir. Heykel tıraşların, ressamların modelimidir? Kadın kimdir ? soru net ancak yanıtı yok bu soruya yanıt bulmak oldukça zordur. Onun için biz sadece biraz irdeleyelim Kadın şeytan mıdır? Baştan, yoldan çıkarıcımıdır? Günaha davet edici, taşlanması gereken bir lanet midir? Kötü bir cadımıdır? Yoksa erkeğin hasta kaburgası , utanç kaynağımıdır? Kapatılması hapsedilmesi gereken vahşi bir hayvan, zehirli ve tehlikeli bir hilkat garibesi midir? Nedir kadın? Yoksa otel odalarına sunulan gecelik hediye paketi mi, masalarda zevke sunulan bir ikramıdır? Yoksa yapılan anlaşmalar karşılığında verilen promosyon malımıdır? İn midir? cin midir? , nedir kadın ? kadın kimdir? Kucağında şefkatiyle büyüdüğümüz annemiz mi ? kara sevdalara tutulup uğrunda ölümlere gittiğimiz aşk mıdır? Uğrunda zindanlara düştüğümüz , kavgalar verdiğimiz, namusumuz mudur? Sevdalımız mı, yarimiz mi gerçekten eşimiz mi, kimdir kadın ? Adına methiyeler dizdiğimiz, şairlerin ilham kaynağı kutsal bir nur mu? Yoksa sıradan insan mı ? yoksa vahşi bir hayvan mı, lanetlenmiş şeytan mı, cennette huri mi, tanrı katında melek mi, nedir kadın ? yoksa hiç biri değimli “beklide insandır!” beklide böyle bir şey yoktur. Çıkarlarımız nasıl gerekiyorsa onu öyle yapıyoruz, öyle görüyoruz ve belirtilen tüm sıfatları aynı anda da yakıştırabiliriz yada tersinden yok sayabiliriz. Hiç olmadı da diyebiliriz.

4 Mart 2009 Çarşamba

Unutmazsak yaşatırız

Yeni cep telefonuma eskisinin rehberini geçiriyordum dün akşam...10.Ekim.2008.Baktım, bazı isimlerin numaraları duruyor; kendileri yok...Bir deprem sonrasının hazin sınıf yoklaması gibi: YOK...YOK...YOK...
Sanki mazinin kumsalına yazılmış isimler... Eninde sonunda geleceğini adımız gibi bildiğimiz halde hiç gelmez zannettiğimiz bir dalga geliyor ve yıllar yılı özene bezene sahile işlediğimiz o güzelim yazıları bir darbede siliyor. Kum gibi dağıtıp ummana sürüklüyor. Sonrası boşluk... Sonsuz bir boşluk... Sonsuz boşluk.........Yitik dostların, tanışların ekrandaki isimleri üzerinde geziniyor parmağım... "Sileyim mi" diye soruyor telefon... Başparmağın ucunda bir ömür... Can, bir tuş mesafesinde...
"Sil" komutuna elim varmıyor. ..."Sil"mek ihanet gibi geliyor. ....
Rehberim isim dolu... Kimi canlı, kimi ölü... "Sil"meye kıyılamamış nice isim, yaşayanlarla birlikte duruyor orada... "Yaşayanlar" dediğim, sırasını bekleyenler... Kim bilir hangisi, hangisinin ardı sıra... "Ha 3 gün önce, ha 5 gün sonra..." Kimi vakitli, kimi apansız, bir anda... Rasgele arıyorum yitenlerden birini... Gençten bir kadın sesi yanıtlıyor:
"Aradığınız numaraya şu an ulaşılamıyor." Gelecekte ulaşılması da mümkün görünmüyor. "Daha sonra tekrar deneyiniz" tavsiyesine gülüyorum. Denemeye söz veriyorum. Ölmüş de hafızadan silinmemiş dostlar, ölmeden silinenlerden daha uzun yaşıyor bu rehberde...
Hep merak ederim: Nereye gider bu bilgisayarların, cep telefonlarının posta kutularından silinen mesajlar, mektuplar, yazılar...
Onca harf, cümle, satır?.. Sanal âlemin görünmez kablolarına tutunup bir ekrandan yüreklere ulaşan haykırışlar, özlemle tuşlanmış, mesaj kutularında saklanmış aşklar... ne olur silinince?.. Uzay boşluğunda dağılır mı? Yoksa bir yerlerde saklanır mı? Bir gün yeniden toplanır mı? Silinmiş yazılar diyarında... Bir pişmanlık kurultayında...
Ya ölenler? Onlar hangi keşfedilmemiş ülkeye gider?.. Galiba hayattan kayıt sildirdikten sonra ilkin gelip sevenlerinin hafızasına kaydoluyorlar.
Bilgisayar gibi değil insan hafızası... Bir tuşluk "sil" komutuyla silmiyor sevdiğini... silemiyor.....Emir, ferman dinlemiyor. Hatıralara sarıp saklıyor orada... anıyor, yâd ediyor, "yaşatıyor".....Belki hiç unutmuyor ve yanına gidene dek orada koruyor. Belki -5-10 yıl sonra- bir gün "hafızası doluyor", onu silip yerine bir başka ismi yazıyor. İşte insan asıl o zaman "sil"iniyor.....(insan o kişinin yerine başkasını koyabilir mi sizce ?)Sözün özü, demem o ki; Unutmazsak yaşatırız!

ilginizi çekebilir

Blog Widget by LinkWithin