6 Mayıs 2009 Çarşamba

gerçek

Gerçeğe Selam...
gözler sorar yüreğe: "kıskanırım seni!"der, "benim göremediğimi nasıl görebilirsin sen? " yanıtlar yürek gülümseyerek: "senin göremediğin zaten bir tek ben..."

3 Mayıs 2009 Pazar

çok şey yaşamak...

Onlar kendi yolunu izleyen
Hayat’ın oğulları ve kızları.
Sizin aracılığınızla geldiler ama
sizden gelmediler.
Ve sizinle birlikte olsalar da sizin değiller.
Onlara sevginizi verebilirsiniz, düşüncelerinizi değil.
Çünkü onların da kendi düşünceleri vardır.
Bedenlerini tutabilirsiniz, ruhlarını değil.
Çünkü ruhları yarındadır,
Siz ise yarını düşlerinizde bile göremezsiniz.
Siz onlar gibi olmaya çalışabilirsiniz ama sakın onları
Kendiniz gibi olmaya zorlamayın.
Çünkü hayat geri dönmez,
dünle de bir alışverişi yoktur.
Siz yaysınız, çocuklarınız ise sizden çok ilerilere atılmış oklar.
Okçu, sonsuzluk yolundaki hedefi görür
Ve o yüce gücü ile yayı eğerek okun uzaklara uçmasını sağlar.
Okçunun önünde kıvançla eğilin
Çünkü okçu, uzaklara giden oku sevdiği kadar
Başını dimdik tutarak kalan yayı da sever.
Halil Cibran
Evet ustanın yazdığı gibi , dünyaya gelirsiniz, yaşarsınız ...Ama aslında hiç bir şey sizin değildir. Yetiştirmek , eğitmek için üzerinde insanların emek harcarsınız .Vatanına milletine hayırlı bir insan olsun diye uğraşırsınız.Bu arada insan büyürken ebevenyler kadar çaba harcar...Kabul görmek, sevilmek ben de varım demek ister.Utanmaz, yalancı, hilekâr, başkalarının hakkını çiğneyen, namussuz, bencil kişilere... rastladığım ,mücadeleler verdiğim yıllarım oldu .Bu davranışlara hayret ediyor, hak arayan birisi olarak kızıyor, gerçekçi olduğum için zaman zaman onları kınıyordum. Daha Sonra geniş perspektiften bakmaya ve olayların nedenlerini anlamaya çalışmayı denedim .Otuzbeş yaş şairi Orhan Veli'nin dediği gibi " yolun yarısı " ' na geldiğim de ise, önceki duygularımı yine kısmen taşımakla birlikte, artık büyük ölçüde acıyorum. Böylelerinin doğru yolu görebilmelerini, gönül gözlerinin açılmasını, Varoluş’un gerçeğine uyanmalarını Ulu Yaradan’dan diliyorum. Çünkü bu kişiler ancak böylece, doğrudan veya dolaylı etkiledikleri insanları mutsuzluktan, onların hayatlarını cehenneme çevirmekten, kendilerininkini ise Öz’den uzak, manevî hazlardan yoksun ruhsal zindanlarda mahkûm yaşamaktan kurtarabilirler...
Asırlar asırlar önce “ İnsan, insanın kurdudur,” diyen Romalı oyun yazarı, ya bugünleri o zamandan görebilmişdi.Ya da insanoğlu o çağlarda da, aslında her çağda olduğu gibi, şimdiki hemcinslerinden farksızmış. Bana göre, doğru eğitimden geçmemiş insan, tüm zamanlarda aynı. Öyleyse doğru eğitimden kasıt ne? Fiziksel yönden insan sınıfında yer alan yaratığı, gerçekten “insan” olmaya götüren süreç....
Biyolojik fonksiyonlarıyla insan sayılanı, duygu, davranış ve düşünceleriyle de “insan” düzeyine yükseltme çabası.... Belki de, bayağılaşmış beyinleri, sıradanlaşmış tercihleri, kütleşmiş duyguları silkeleyip uyandıran bir müdahale.... Aksi halde insan, sadece insanın değil, erdemlerin de, doğanın da kurdu olup, değerli olan her şeyi kemiriyor, yok ediyor. Galiba sorun, insan olduğumuzu varsaydığımızdan, gerçekten insan olmayı amaçlamayıp buna çaba sarf etmememizde.
Doğamız gereği, bazı şeyler bize öğretilmeden , kimi şeylerin farkına vardırılmadan insanlaşmamızda. Sonuçta, dünya ve insanlık bugün de olduğu gibi, manevî bozulma, doğa kirliliği, yalanlar, kavgalar, vurgunlar, cinayetler, savaşlardan bir türlü kurtulamıyor. Toplumda bu olan bitenler bize de yansıyarak bizi hızla kirlettiğinden, çürümüşlük, yozlaşma, sömürü, kötülük, hayatlarımıza egemen olmasa bile, hepimizi derinden etkiliyor, yaralıyor, özüne yabancılaştırıp mutsuz ediyor.
Hintli filozof Satya Sai Baba’nın eğitim konusundaki sözleri bu görüşe büyük yol gösteriyor. Düşünür şöyle demiş: “Eğitim nasıl yaşanacağına ilişkin olmalıdır, nasıl para kazanılacağına ilişkin değil. Bilgi bilgeliğe dönüştürülmedikçe ve bilgelik de karakterde ifade bulmadıkça, eğitim boşa giden bir süreç olur. Eğitim bu dönüştürme yeteneğini sağladığında hayat da huzurlu, mutlu ve karşılıklı yardımlaşma ve işbirliği ile dolu bir hale gelir.” Peki bugün geçerli olan geleneksel eğitim bu sonucu neden vermiyor? Yani, eğitim paranın nasıl kazanılacağını değil, hayatın nasıl yaşanacağını neden öğretemiyor insanlara ?
Paranın, şöhretin ve gücün öne çıktığı, insanî değerlerin geri plâna atıldığı günümüzde, Hintli bilge Krishnamurti bunu şöyle yanıtlıyor:
“Siz gerçek sevginin öğretilmediği okullara gittiniz. Siz bu tür bir sevgi için eğitilmediniz. Size matematik öğrettiler, kimya öğrettiler, coğrafya, tarih öğrettiler, hepsi bu kadar. Çünkü ananızın, babanızın istediği sizin iyi bir iş sahibi olmanıza, yaşamınızda başarılı olmanıza yardımcı olmaktı. Eğer ananız babanız paralı kimselerse, sizi yabancı ülkelerde eğitirler. Ama dünyadaki başka insanlar gibi tüm amaçları sizin varlıklı bir insan olmanız, toplumda saygın bir yer doldurmanızdır; siz de daha yukarılara tırmandıkça başka insanların daha da mutsuz, daha da dertli olmalarına neden olursunuz. Çünkü başarılı olmak için yarışmalısınız, acımasız olmalısınız. Onun için analar, babalar çocuklarını başarılı olmaya özendirildikleri, yarıştırıldıkları ama sevginin olmadığı okullara gönderiyorlar, onun için de çekişme didişme içinde kokuşmuş bir toplumda yaşıyoruz.”
Evet çok haklı ...Bence, bireyci Batı eğitimi kişiyi, gerçek mutluluğun kendini tatmine yönelik olduğuna yönlendirir veya inandırır. Dozunda olan rekabetin, daha iyi, daha başarılı olmanın önemli itici güçlerinden olmasına rağmen, aşırı rekabetçiliğin, hasta bir ruh hali ve kişilikteki bazı yetersizliklerin doyumuna yönelik olduğunu da gözden kaçırtıyor . Tüketici ve rekabetçi sistem, insanların “ait olma” duygusunu törpülüyor, duygusal beslenme kanallarını tıkıyor. Buna karşılık, “sahip olma” duygusunu kökleştiriyor. Kendisine rekabetçi bakış benimsetilen birey, bitmez tükenmez bir yarış içinde olması gerektiğini düşünerek, sahip oldukları yeterli hatta gereğinden fazla bile olsa, tatminsiz kalıp hep daha çoğunu ister. Adeta bu yolla hayatta bilincine varamadığından ıskaladığı bazı manevî haz ve zenginlikleri, elde ettiği maddelerle dengeleme peşindedir. Parayla satın alınabilecek şeylere sahip olmayı istemekte yanlışlık yok, bunlar keyifli şeyler. Yeter ki parayla satın alınamayacak çok şey o arada kaybolmasın. Ayrıca, hep kendi çıkarına çalışmak, toplumun çıkarlarından çalmaktır. Şunu da biliyoruz; dışarıdan bakıldığında inanılmaz başarılar kazanmış nice kişi, maalesef, içsel açlıkla, kişisel bütünlük eksikliğiyle ve başkalarıyla sağlıklı, geliştirici ilişkilerden yoksunlukla boğuşmaktalar.
Hayata asırlardan beri ya temelden;ilkeli ve bütünlük içinde ,tutarlılıkla yaklaşılır.Ya da daha yüzeysel; öze değil görüntüye yönelik, güncel kullanımıyla, işbitirici, rüzgârına göre yelken açan, yaklaşım benimsenir.
Günümüz düşünürleri ve psikologlar, birbirinden farklı bu iki yaklaşımın birincisine “Karakter Etiği”, ikincisine “Kişilik Etiği” diyorlar. İkisi arasında yaşama bakış ve davranış açısından önemli fark var.Karakter Etiğinde başarı ve mutluluğu doğruluk, alçakgönüllülük, sadakat, ılımlılık, cesaret, adalet, sabır, çalışkanlık, yalınlık, gösterişsizlik gibi niteliklerin sağladığı görüşü geçerlidir. Karakter Etiği, etkili yaşamın ana ilkeleri olduğunu ve insanların bu ilkeleri karakterlerinin temeli yapmakla gerçek başarıya ve kalıcı mutluluğa erişebileceğini öğretir.
I. Dünya Harbi’nden kısa süre sonra bu görüşten Kişilik Etiğine kayma oldu. Başarı daha ziyade, insanlar arası etkileşimi kolaylaştıran kişiliğin, kamuda sergilenen görünümün, duruşun, davranışın, hüner ve usullerin işlevi olarak görüldü. Başka deyişle, başarıya temel özellikler yerine, yüzeysel hatta yanıltıcı tavırlar kullanarak varmak amaçlandı, öğütlendi. Kişilik Etiği, insan ilişkileri ve halkla ilişkiler ile, pozitif zihinsel tavır (PMA) diye adlandırılan iki ana yönde gelişti. Kişilik Etiğinin tamamen yanlış veya kötü olduğu elbette söylenemez.
Örneğin, “Gülümsemek, somurtmaktan daha çok arkadaş kazandırır”, “Tavrınız, çıkabileceğiniz yüksekliği belirler” ,“ İnsan, aklının düşünebildiği ve inandığı her şeye erişilebilir”... gibi ilham verici ve bazen de geçerli özdeyişler bu felsefenin örnekleridir. Ama bunların yanında, kişilik yaklaşımının açıkça manipüle edici ve aldatıcı teknikleri arasında şu yöntemler de var:
İnsanlara içimizden gelmese de, kendimizi sevdirecek teknikleri kullanmak veya başkalarından istediğimizi elde etmek için onların hobileriyle çok ilgiliymiş gibi davranmak...Güçlüymüş havalarına girmek ya da etrafımızdakileri korkutarak hedefe varmayı hayat boyunca yaşam tarzı olarak benimsemek.
Yanlış anlaşılmayı önlemek için vurgulamak gerekir ki, Kişilik Etiğinin, kişiliğin geliştirilmesi, iletişim hüneri eğitimi, etki yapabilme stratejileri öğrenimi ve olumlu bakış açısı yaklaşımı gibi unsurlarının yararlı olmadığı , hatta bazen başarıda önemli olmadığı söylenemez. Yanlış olan, bunları ikincil yerine birincil nitelik saymak. Başarıda karakter temel etkendir, kişilik ise kolaylaştırıcı veya katalizördür. Bunu görmezsek, bizim yükselttiğimiz binayı önceki nesillerin attığı temelin ayakta tuttuğunu unuturuz. Bunun yanında, mümkündür ki ekmediklerimizin hasadını ala ala, ekmenin gereğini de gözden kaçırırız.
Kişiliklerimiz kusur, ikiyüzlülük ve samimiyetsizlik taşırken, insanları etkileme strateji ve taktiklerini kullanarak arzularımızı gerçekleştirebilsek bile, uzun vadede başarılar sürmez. Yapaylık kaçınılmaz olarak güvensizlik yaratınca, profesyonel insan ilişkileri yöntemleri de manipüle edici olarak algılanır. Başarıya, mutluluğa, karakter gücü yerine kişilik özellikleriyle, yani temelle değil teknik kullanarak erişmeyi seçmek, okul hayatı boyunca son dakikada ders çalışarak sınavları geçmek isteme çabasına benzer:))) Bazı sınavlardan geçilse bile, her gün çalışıp bedelini ödemeden, konulara hâkim, iyi eğitilmiş bir beyine sahip olunabilir mi? İnsan ve toplum da birer organik sistem olduğuna göre, zamanında gereken emek verilmeden olumlu, kalıcı sonuç alınamayacağını, yine organik bir sistem olan çiftlik analojisinde görelim. İlkbaharda tohum ekip, gübreleyip, sulamadan, yazı oyunla geçirerek, güzdeki hasatta son günlerin çabasıyla ürün elde etmek mümkün mü? İnsan ilişkileri de hasat yasasına bağlı doğal sistemler olduğuna göre külfet-nimet ikilisi burada da geçerli. Bir defalık veya kısa süreli insan etkileşimlerinde Kişilik Etiğini kullanarak durumu idare edebilir ve sevimlilikle, kurnazlıkla, olduğumuzdan farklı görünerek sonuç alabiliriz. Ama sadece ikincil özelliklerin uzun erimli durumlarda sürekli bir değeri olamaz. Neticede, köklü bir dürüstlük, temel bir karakter gücü yoksa, hayatın zor dönemlerinde, gerçek güdüler yüzeye çıkar ve kısa vadeli kazanımlar, insan ilişkilerinde yetersizliğe, başarısızlığa dönüşür.
Gerçekten de sağlam karakterin yerini hiçbir şey almaz, ve hiçbir şey kendini onun kadar anlamlı ifade etmez. Emerson’un dediği gibi “Ne olduğun o kadar yüksek sesle haykırıyor ki, senin ne dediğini duyamıyorum” Son çözümde gerçekten nasıl bir kişi olduğumuz, ne söylediğimiz veya ne yaptığımızdan çok daha açık biçimde kendisini belli eder.
Bu yaşıma kadar yeterince kötülüğe şahit oldum, duydum ya da okudum. Yine de, ruhsal sorun ve hastalıkları olanlar hariç, insanların zevk alarak kötülük ettiklerine, zarar verdiklerine inanmıyorum. Gerçekten ;kötülerin bile derinlerinde bir yerde yaptıklarından rahatsız olduğunu, suçluluk duyup ruhlarının ızdırap çektiğini, böyle yükler taşımaktan, bilinçli veya bilinçsiz, huzursuz olduklarını sanıyorum. Sebep oldukları kötülüklerin, insanların gerçek anlamda aydınlanmamış, farkındalıktan pay almamış olmalarından kaynaklandığını düşünüyorum. İnsanlara bunları kazandırmanın en iyi yolu, onların eğitilmesidir. Burada “eğitim” terimini, okuldaki öğretim ile aile ve toplumdaki eğitimi de kapsayan bir paket terim anlamında kullandığımı belirtmek isterim.
Çocuklar karakter kirlenmesine önce ailede başlıyorlar. Aile fertleri gibi birbirlerine en yakın, en sıcak olması gerekenlerin hoşgörüsüz, suçlayıcı, ters, zedeleyici, cezalandırıcı, sevgisiz hatta düşmanca davranışları, sözleri, bu taze ruhlarda hayatın ne olduğu, nasıl yaşanılacağı konusunda yanlış fikirler verip onlara hayat koşusunda “hatalı çıkış” yaptırıyor. Demek ki küçüklerin yaşam hakkında olumsuz izlenim yerine olumlu izlenimlerle yola çıkmalarını sağlamak, büyükler için en az çocuklarına yiyecek, giyecek gibi maddî gereksinimleri temin etmek kadar önemli. Verilen ruhsal gıdanın azlığı ve saf olmayışı, o taze beyinlerde ömür boyu giderilmesi çok zor olan berelenmeler yapıyor. Küçükken yeterli olmayan maddî gereksinimler ilerideki yıllarda tatmin edilebilir ama, ruhsal gıdaların yetersizliği kişiyi hayatı boyunca duygusal doyumsuzluğa mahkûm ediyor. Doğru eğitim bu nedenle ailede başlamalı.
Biz küçükken hayatın ne olduğunu, nasıl yaşanılacağını bize anlatmıyor, öğretmiyor yakınlarımız. Bunun çeşitli sebepleri olabilir. Mesela; kendileri de bilmediğinden veya bu konuda kafa yormadıklarından. Velhasıl “Zaten doğru yaşamıyoruz, bir de uygulamadığınız şeyleri yaparmış gibi anlatarak sahteciliğimizi katmerleştirmeyelim” düşüncesinden... Hatta “Yaptığım yamuklukların tersi olan düzgün şeyleri dile getirerek onlarla yüzleşmek zorunda kalmazsam, yanlışlarımı kendimden bile saklamak kolaylaşır. Halbuki, hem yamuk yapıp hem aksini savunursam, bölünmüş bir kişiliğe, şizofrenik bir ruh yapısına düşme ihtimali var. Üstelik bu fani hayatta değer mi? Üzerinde fazla durma, unut gitsin, gözlerini kapat kendine.” gibi öz savunmasından bile kaynaklanıyor olabilir.
Çocuklarımıza doğru ve güzel olandan taviz vermemelerini, çünkü bir kez yanlışın ve çirkinliğin yoluna girilince o yolun nerede biteceğinin önceden kestirilemeyeceğini, kişisel gelişme eğitimlerinin bir parçası olarak anlatmak gerekir. Ancak muhakkak ki bunda inandırıcı olmak için, ana-babaların, öğretmenlerin, büyüklerin, verdikleri vaazla yaptıkları şeylerin aynı olması lâzım. Zira çocuklar, gençler çok iyi gözlemci. Yüzümüze vurmasalar dahi bize notlarını veriyorlar. Bence bu yolla onların gözünde güvenilirliğimizi, saygınlığımızı kaybetmemizden daha da kötüsü, yaşamı bizden sonra sürdürecek, insanlığın gelecekteki yönünü belirleyecek nesillere kötü örnek olarak, insanlığın ileride yapacağı çirkinliklerin, yaşanılacak üzüntülerin tohumunu bugün kendi elimizle atıyor olmaktır.
Eğitimin en önemli amaçlarından biri, insanı sürekli sorular sormanın da ötesinde, doğru soruları soran kişi haline getirmesi ve öyle tutmasıdır. Aile ve toplumda yanlış izlenimler edinilmişse, kişinin soracağı sorular, ona doğruyu bulmakta yardım edecek nitelikte olmalıdır. Yani eğitim, insanı bilgiler değil, değerler konusunda donanımlı yapmayı amaçlamalıdır. Eğitim, gençlere geçmişin kahramanlarını öğretmekten ziyade, geleceğin mimarları olmalarını öğretmelidir. Eğitim, kötü niyetli, yanlış değer yargılarına sahip, ahlâktan nasibini alamamış fakat bilgi sahibi olmuş kişilere vasıta olmamalıdır. Çünkü cahil hırsız, vagondan tek bir şey çalmakla yetinirken, üniversite eğitimli hırsız bütün demiryolunu götürebilir. Üstelik onların yaptığı silâhsız soygun olduğu için, zaman zaman ceza sayılamayacak bir cezayla geçiştirilebiliyor.
İnsanların bir bölümü hayatı, kuralları olmayan bir oyun gibi görerek yaşar. Gerçekten de hiçbir kişi, hayatı şu kurallara uygun yaşayacağım diye herhangi bir sözleşme imzalamadığından, bazılarımız bu doğrultuda düşünmek ve davranmakta özgür hisseder kendini. Kuralları kendisi koymaya kalkar. Ne var ki, hayatın daha doğrusu varoluşun evrensel kuralları vardır. Tam olarak bağlı olmadığımızı sanmak yanılgısına düştüğümüz bu kurallar bize egemendir. Bazıları ise hayatı bir kumarmışçasına görüp;kimisi kaldırabileceği, kimisi ise kaldıramayacağı bahislere girer. Kendimizi ve çevremizdekileri ne kadar aldatırsak aldatalım, blöf yapıp zahiri görüntüyü ne denli farklı imiş gibi yutturursak yutturalım, gerçeği değiştiremiyoruz. Sadece belirli bir süre için değişmiş gibi sunabiliyoruz. Fakat ertesi sabah uyandığımızda gözlerimizi yine o saptırdığımızı sandığımız gerçeğe açıyoruz.
Hayat canlılara milyonlarda bir olasılıkla ve sınırlı bir süre için, sadece bir defalığına verilen bir şans. Kendini en iyi geliştiren, olabileceğinin en fazlasını olan, hissedebileceğinin en çok ve yoğununu hisseden, kendini bildik sahillere hapsetmeyip, merakla ve korkmadan engin denizlere açılabilen, hayatına anlam katabilen kişiler, Yaradan’ın lûtfettiği bu şansı iyi değerlendiren, hayatı ıskalamadan yaşayanlardır.
Joseph Kessel bu konuda şöyle der: “Kişi hangi kader için getirilmişse dünyaya, onu en iyi biçimde gerçekleştirmeye çalışması, duaların en güzeli, en doğrusudur”. Bize yaşam veren hayatın bizden beklentisi olması doğaldır. İnsana kendini açıklamaya yardımcı olmayan, yani Yaradılış’ın kendisinden beklediğinin ayırdına vardırtmayan eğitim, gerçek bir eğitim olabilir mi hiç? Eğitim bireye biyolojik varlığını öğretmesinin yanında, kendi içindeki ve dışındaki derinliklere, evrensel boyutlara işaret etmedikçe kişinin yaşamına ışık tutabilir mi? Eğitim yaşamı yaşam yapan açılımlar getirmeli. Bireyi önemli insan olmaya değil, değerli insan olmaya yönlendirmezse, eğitim görevini yerine getirmiş olur mu?
Eğitim sosyal bir kurumdur. Ama siyasetin, eğitim kurumunu bütünüyle serbest bırakması doğal olarak söz konusu olmamaktadır. Yani siyaset, amacına yönelik insan yetiştirmekten elinde olmaksızın doğası gereği geri duramaz. Siyaseti biçimleyen en önemli faktör ekonomi olduğu için, eğitim sisteminin, ekonominin istediği insan tipini yetiştirmeye yönelmesi kaçınılmaz olur. Oysa, “Nasıl bir eğitim?” sorusuna cevap aranırken önce şu iki temel sualin cevaplanması gerekir. 1.“İnsanoğlu nasıl bir dünyada iyi gelişir?”
2.“İnsanoğlu nasıl bir dünyada tam yaşar?”
Bu sorulara yanıt aramayan ve bulamayan bir eğitim sisteminin savunulması ve insana uygun değerler taşıması olası değildir. Çünkü insanoğlu yetenekleri doğrultusunda gelişmek üzere programlanmıştır. Bu doğrultu dışında mutlu olamaz. Hatta diyebiliriz ki, mutluluk, kişinin, yeteneklerine uygun olarak gelişip gelişmediğinin bir göstergesidir.
Tam yaşamaya gelince, bu kavramı, gelişmeden ayıramayacağımız gibi, doğadan da ayıramayız. Ömrümüz diyelim ki seksen yıldır ama sonuna geldiğimizde, biz onun ne kadarını yaşamış oluruz? Değerli olmak yerine önemli olmayı seçmişsek ve kendimizi doğanın ritminden koparmışsak, pek azını ....
“ Nasıl yaşanır”ı öğreten bir eğitim yerine, “Nasıl para kazanılır”ı öğreten bir eğitim almışsak, pek azını....
Lâkin bu sadece bizlerin hayatını ilgilendiren bir durum olmakla kalmıyor. Bizler ömürlerimizin azını yaşarken, dünya da yaşanası bir yer olmaktan çıkıyor. Çünkü hepimiz hayatımızın onu yaşayamadığımız bölümlerinde, başkalarının hayatını karartıyoruz.
“Doğanın da, dünyanın da kendine özgü ritimleri vardır. Devinimlerimizde o ritimle uyum içinde olmamız gerekir; aksi takdirde elde ettiğimiz şey, arzu ettiğimiz şey olmayacaktır.” Herbert von Karajan

ilginizi çekebilir

Blog Widget by LinkWithin